Uzun. İnce, umut dolu bir yoldayım,

Yürüyorum yüreklice…

2001 senesiydi. Bir gazete haberi dikkatimi çekti. Bir barınakta çekilmiş bir resimdi. Bir ünlü ve etrafında köpekler. Bildiğin köpek çiftliği. Bunun bir yanılgı olduğunu bilemedim tabii. İkinci yanılgım ise İstanbul’da bir barınak, orayı da tek barınak sanmamdı.

O güne kadar sokak hayvanlarına iyi davranırdım. Arada yemek verirdim. Belediye zehirledi mi üzülürdüm ama toplumdaki genel yanılgıya ben de sahiptim: “Bir şekilde karınlarını doyuruyorlar”.

Bilinçaltımıza yerleşmiş bir nevi şehir efsanesi, toplumsal bir yanılgı.

Ben döne döne bu barınağı sorarken biri dedi ki:

“Nerede oturuyorsun sen? Ataşehir’deki barınağa gitsene.”

Şaşırdım. Bu kelimeyi sık sık okuyacaksınız bu kitapta. Uzun ince bir yol dedim ya uzun, ince, şaşkınlık dolu bir yol aslında.

Velhasıl tuttum barınağın yolunu.  Aklımda bildiğin bir köpek çiftliği,  gideyim de seveyim, oynayayım hayali. Yani bir cehalet hadisesi. Bu sebeple bilmeyen, farkında olmayan insanlara saldırılmasını anlamam. Bu konuyu ileride detaylı ele alırım. Şimdilik koyalım bir kenara.

Barınağa gittiğimde yaşadığım şoku unutamam. Göz göze geldiğim yüzlerce can, kafeslerin ardında, çaresiz, mutsuz…

Ve bakışlarda hep aynı soru: “Neden buradayım? Ben size ne yaptım da beni buraya hapsettiniz?”

Sadece onlar hayvan ve biz insan olduğumuz için,

Sadece biz üstün(!) insan ırkı bu dünyanın sahibi olduğumuz için orada olanlar…

Bitki gibi yaşamaya mahkum edilenler. Gözden ırak, gönülden de ırak olanlar.

Ağlaya ağlaya dolaştım tüm barınağı. Her cana dokunmak istedim, her acıya merhem olmak istedim ve o günden sonra iki sene boyunca her Pazar barınak gönüllüsü olarak çalıştım.

Tek amaç onları oradan kurtarmak, sahiplendirmek ve elbette yaşatmak. Bu amacın vesile olduğu bir dostluk. Dostumun, aslında bu hayattaki insan meleklerimden birinin adı: Burcu Coral Işıkcı. Onun hayatıma soktuğu bir web sitesi hadisesi ve ilk sitemiz: “www.kopeksahiplen.com”.

İki sene boyunca her Pazar oradaydım. Kadıköy Hayvan Dostları Platformu Gönüllüsü Saadet Hanım’ın nöbet gününde onunla birlikteydim. Ne yalan söyleyeyim öncelik hep bebeklerdi. Kafesleri temizle, kaplarını dezenfekte et, bebeklere yemek ver derken saatler akıp giderdi. Sonra belki koğuşlarda yatan hastalardan birkaçına da faydam olurdu. Zaman tükenirdi. Ben de…

Eve dönerken yüreğim orada kalırdı. İki hafta gidemesem oranın ağır pislik kokusunu özlerdim. Kah kolunda anjiyokatla yaşamak istemeyen yavruda kalırdı aklım kah revirdeki albinolu canda.

İnsanı kanırtan bir iştir barınak gönüllüğü. Barınak gönüllülerin küskünlüğünü anlarım ben. Oradayken ben de küserdim gelmeyenlere. Söylenirdim içten içe: “İnternet başında mı hayvan seviyorsunuz? Hepsi sizi bekliyor. Neredesiniz? Ayda bir kez olsun gelseniz? Elinizi sürseniz. Tek bekledikleri sevgi. Neredesiniz?”

Çok kızardım, kendimce çok haklıydım. En önemli işi ben yapıyordum. Öyle düşünüyordum. Kurtardığım, pardon sahiplendirdiğim ya da iyileştirdiğim her hayvanda kendimi daha da Tanrı gibi hissederdim. Elbette Tanrı değildim. Allah bunu zaman zaman sağlam tokatlarla fark ettirirdi. Taa ki ben gerçekten kavrayana kadar…

Sonra ver elini İzmir. Hiç anlamadan, 2006 senesinde ilk İl Hayvan Koruma Kurulu’na seçilmen. İlk toplantıyı unutmam mümkün değil. Vali başkanlığında,  İl Çevre Müdürlüğü sekretaryasında yürütülen kurulda tüm belediyelerin veteriner hekimleri, il tarım müdürlüğünden bir yetkili, İzmir Hayvanları Koruma Vakfı üyeleri ile tam Aziz Nesin’lik bir toplantı.

Üç saatten fazla sürmüştü. Başım tutmuştu. İnanılmaz bir baş ağrısı ve mide bulantısı. Şaka değil. Gerçekten üç gün hasta olmuştum ilk toplantı sonrası. İlk üç toplantıdan sonra bu haller devam etti. Sonra bünye yavaş yavaş bu duruma uyum sağladı, kabullendi. Bağışıklık kazandı bir nevii.

Sadece OLMAZ’ın konuşulduğu bir ruh hali. Devletin içini, ağır çarklarını ilk fark etmemdi. Büyük hayal kırıklığı…

“Kokuşmuş” diyordum kendi kendime. Kimsenin çözüm üretmediği, herkesin sadece şikayet ettiği, sonu gelmeyen toplantılar zinciri ülkemin gidişatının küçük bir özeti gibiydi.

Bu arada bir dernek deneyimi. Mecburiyetten kurulan bir şube. İlk genel kurulda istifa ile dernek tecrübesine veda.

Ve kavgalar, her zaman her yerde olan “Ben daha hayvanseverim” kavgaları… Sonu gelmeyen, bir sonucu olmayan ama sadece hayvana zararı dokunan ego savaşları.

Bu esnada bilgilendim. Olayın sadece barınaktan ibaret olmadığını fark ettim. Sokaklarda ayrı sorun vardı, şiddet vardı, tecavüz vardı, itlaf vardı. Vardı da vardı. Algıladıkça acıtan, acıttıkça güçlendiren, güçlendirdikçe daha da savaşçı kılan bir farkındalık aşamasıydı.

Ve www.yasamhakkinasaygi.com doğdu. Kopeksahiplen.com yapmak istediklerimi tam anlatamıyordu, dardı. Farkındalığım genişledikçe bu isim misyonuma dar geldi. Daha fazlası gerekliydi. Daha fazlasını anlatmak, daha fazlasını yapmak, daha fazla faydalı olmak lazımdı. Bu isim böyle doğdu: “Yaşam Hakkına Saygı!”

Sonradan fark edecektim ki aslında köpeksahiplen.com varken de “Yaşam Hakkına Saygı” oradaydı. Kullandığım afişlerdeki slogan olarak gizlice yüreğimdeki yerini almıştı. O bana kendini ben onu fark etmeden önce tanıtmıştı. Ortaya çıkmak için benim pişmemi bekliyordu.

Uzun, dikenli bir yoldu benimki. Hâlâ da öyle. Kanırtan, acıtan, mücadele dolu, her günü zor bir yol.

Hayvan korumacı denenlerin birbirini acıttığı,

Rantın ağlarını bizin ve hayvanların üzerine ördüğü,

Hayvanların sessiz çığlıklarının her gün sadece bizim tarafından duyulduğu,

Toplumun genelinin sırtını döndüğü, kulağını tıkadığı,

Uzun ve zor bir yol bu.

Onlar yüzünden bırakıp gidemediğin bir yol.

 

Onlara arkanı dönemezsin, duydun bir kere seslerini.

Gördün bir kere gözlerini, hissettin bedeninde acılarını.

Elbette hepsini sen kurtaramayacaksın bunu da biliyorsun ama doğru bildiğini doğru şekilde yapmak adına buradasın.

Bu yolun yolcusu olacaksanız her şeye, herkese rağmen bırakma lüksünüz olmadığını her zaman hatırlayın. Unutmayın, sadece siz konuşursanız duyulurlar!

Özgün Öztürk (Her Şey Bitti, Sıra İtlere Geldi / Kitap)